Bu bir kitap tanıtım yazısı değil. Kitapların, Türkçe’nin ve Edebiyatın hayatımdaki yerini anlatacağım bir anı yazısı aslında.
Henüz ilk okuldayken şiir yazmaya başlamıştım. Şimdi düşünüyorum da, küçük bulmacaları hala çok seven ben, o zamanlar sahip olduğum yegane araçla, kelimelerle oynayabileceğim bir tür bulmaca oyunu keşfetmiş gibiydim aslında.
Kısa ve basit maniler yazar, arkadaşlarımla paylaşırdım. Onlar da benimle eğlenirlerdi ama ben bunu da oyunun bir parçası olarak değerlendirir, onlarla birlikte gülerdim. Hiç gücendiğimi hatırlamıyorum. Bu arada ne acıdır ki, ilk okulda yazdıkalrımı biriktirdiğim defterimi, bir gün eve dönüş yolunda düşürdüm ve o gece müthiş bir yağmur yağdı. Aynı gece rüyamda defterimi buldum ama içindekiler okunacak vaziyette değildi. Rüya diyorum; çünkü anılarımdaki o defterin sayfalarını karıştıran çocuk gerçekmiş gibi gelmiyor; çok bulanık. Şu an o deftere sahip olmayı çok isterdim.
Henüz ders kitapları dışında başka bir metin okumayan o çocuk halimle yazmaya başlamış olmam şu an beni hem şaşırtıyor, hem de bunda bir hüzün buluyorum. O zamanlar etrafımda kitap okuyan bir ailem ya da en azından birkaç akrabam ya da arkadaşım olsaydı, belki de bu güzel alışkanlığı o zaman kazanabilirdim.
Orta birdeki Türkçe öğretmenimizin ismi Emine’ydi. Soyadını hatırlayamıyorum ne yazık ki. 1996 yıllarında Giresun’daki Mehmet Akif Ersoy orta okulunda Türkçe öğretmenliği yapan Emine öğretmeni tanıyan, bilen varsa, ona benden selam söylesin lütfen. Hatta mümkünse iletişim bilgilerini bana ulaştırsın. O zaman yirmili yaşlardaydı. Eğer hayattaysa şimdi kırklı, ellili yaşlarda olmalı. Mükemmel bir insandı. Tanıştığımız gün tüm öğrencilerle birlikte, benim de elimi sıkmıştı. Hem de sıkı sıkı. Çocuk olduğumu unutarak, zarif bir kadının elinin nasıl bu kadar güçlü olabildiğine şaşırmıştım. Yüzündeki ifade ışıl ışıldı. Ona dair diğer anılarım biraz bulanık, hafızam pek iyi değildir, ama müthiş bir hayranlık duyduğumu çok iyi anımsıyorum.
Edebiyatı sevmeye ilk okulda başlamış, orta okulda da bu ilgimi sürdürmüştüm. Bunda Emine öğretmenin ve sonraki iki yıl öğretmenimiz olacak Fatma Meriç’in katkısı çok büyüktür. Ama ne yazık ki minimum okuyup, daha çok yazarak. Hatırlıyorum da orta okul ikinci sınıftaki Türkçe öğretmenimiz Fatma Meriç, bizden bir hikaye yazmamızı istemişti. Ben de kısa ve güzel bir hikaye yazdığımı hatırlıyorum ama konusu aklımda değil. Sadece öğretmenimin beni övdüğünü, gururlandırdığını anımsıyorum. Sonra tenefüste herkes yanıma gelmiş, bana da yaz demişti. Fatma Meriç de en az Emine öğretmenim kadar bende hayranlık uyandırmış, eşsiz bir insandı. Öğretmenliği bir iş gibi değil, bir öğretmen gibi yapardı. Böyle söylüyorum, çünkü öyle olmayan pek çok öğretmenle tanıştım eğitim hayatım boyunca. Eşim bir rehber öğretmendir ve ondan duyduğum kadarıyla iyi ile kötü arasındaki sayıca fark git gide artmış durumda gibi görünüyor. Çok acı.
Bu arada, eğer aynı yıllarda, aynı okulda görev yapan aynı yaşlardaki Fatma Meriç’i tanıyan, bilen varsa, Emine öğretmenim için istediklerimi, onun için de istediğimi bilsinler lütfen. Eğer onlarla kısacık da olsa tekrar konuşabilirsem, ömrümün kalanı daha da güzel olabilirmiş gibi hissediyorum.
Orta okulla ilgili bahsetmek istediğim bir başka şey, o zamanlar harçlıklarımla sürekli kitap aldığımdı. Her gün dolmuştan erken inip, okula yakın, yol üzerindeki bir kitapçıya girer, oradaki kitapların isimlerini ve arka kapaklarını kaldığım yerden okur ve o an param varsa, beğendiğim bir tanesini alırdım. Her kitap olmazdı, belli bir yayın evine aitti sanki kitaplar. Kapakları genelde beyazdı ve bazen ortasında sade, dikdörtgen bir resim olurdu. Genelde de klasikler vardı. Çarpıcı olansa şu: hiç birini okumadım. Hiç kimseye kitap alıyor olmakla hava da atmadım, paylaşmadım bu durumu. Öyleyse neden kitap alıyordum, hiç bilmiyorum ama onları o zaman okuyabilseydim yine her şey bambaşka olabilirmiş gibi geliyor şu an. Yani çok garip: hem etrafında kitap okuyan kimse yok, hem sen sürekli kitap alıyorsun, hem de okumuyorsun. Bu farkındalık içindeki farkında olamama haline gerçekten bir anlam veremiyorum. Gerçi şimdi aklıma geldi; Emine ve Fatma öğretmenlerim bize her zaman kitap önerirlerdi. Şeker Portakalı’nın bahsi en az iki kez açılmıştır mesela ama ben o kitabı yetişkinliğimde ancak okuyabildim. Arkadaşım Özcan abinin eşi Özlem ablayla konuşurken bahsi geçmişti ve o da bana ödünç vermişti, eşinin ona hediye ettiği baskısını. Gerçekten çok güzel bir kitapmış. Onu da başka bir yazıda yazmak kısmet olur inşallah.
Orta üçteyken yine Fatma öğretmenimiz bu kez bizden uzun bir öykü yazmamızı istedi. Ben çok heyecanlı bir giriş yapmıştım. Eve bir hırsız girmişti fakat ev boş değildi: Nedense genç bir kız o akşam evde yalnızdı. Sesleri duyunca irkildi ama kendisine hakim olup, ses çıkarmadan olan biteni anlamaya çalıştı. Sonra evde birinin gaz lambasıyla odaları dolaştığını gördü. Sessizce dolanıp, vitrinin üzerindeki şamdanı eline aldı ve adamın odadan çıkmasını bekledi. Çok korkuyordu. Ona vurmayı düşünmüştü ama bunu yapacak cesareti yoktu. Ben işte tam burada kaldım. Sonra ne olacaktı. Vurup adamı bayıtlabilirdi. Ya da adam onu engelleyip, alindeki şamdanı alabilir ve sonrasında olaylar daha da başka bir seyirle devam edebilirdi ama her iki senaryonun da devamını getiremiyordum. Hayal gücüm yetmemişti galiba. Ne yapmalıydım, bilmiyordum. Tabii hayatımda hiç şamdan görmediğimden, şu an bu kelimeyi nereden öğrendiğimi de merak ediyorum doğrusu. Bunu öğretmenimle paylaşmıştım. Ne yapacağımı bilemiyorum, demiştim. O da bana “İçinden çıkamadın mı, Ömür.” deyip, samimi bir şekilde gülümsemişti.
Gülünce gözlerinin için gülen isnanları çok seviyorum. Ben de öyle biri olduğuma inanıyorum. Bunu, hayatta bir şeyleri keyifle yapabilen, geleceğe dair umutları olan insanların yapabildiğini düşünüyorum. Çünkü hayata küsen insanların gülüşünde bile bir hüzün vardır ve ben bunu nereye gidersem gideyim, görüyorum. Okulda, sokakta, işte, televizyonda, insan olan her yerde. Ağız gülüyor, gözler de ona eşlik etmeye çalışıyor ama perdenin arkasındaki ruh, aynı anda iç çekiyor sanki. Gülerken bile insanların aklına onları hüzünlendiren şeyler gelebiliyorsa, orada kronikleşmiş bir acı var demektir, bence. Umarım, böyle acıları olan herkes, bunlara rağmen, gözleri bulutlanmadan gülmeyi bir gün başarabilirler.
Sonuç olarak, orta okulda bir sürü kitap aldım ama hiç birini okumadım.
Lisedeki Edebiyat öğretmenlerim, işlerini çok seven öğretmenler değillerdi. Hatta bir tanesi bize alenen “dersimi asın” demişti. Korkak olan birkaçımız sınıfta kalmıştık, o da derse girmek zorunda kalmıştı. Bizi kınamış, arkadaşlarımızın da bizim yüzümüzden yok yazılacağını söylemişti. Böylesine öğretmen denemez bence. Öğretmenlik gelmiş geçmiş en kutsal meslek ve ne yazık ki bu tarz insanların bu mesleğe sahip olmalarının önüne geçecek bir makanizma henüz kurulabilmiş değil. En azından bizim ülkemizde.
Eğer lisede de Emine öğretmen ya da Fatma öğretmen gibi insanlar girseydi Edebiyat dersimize, belki üniversitede başka bir bölüme gider, başka insanlarla tanışır ve belki de hakkıyla öğretmenlik yapacak bir başka öğretmen olurdum. Ne gittiğim bölümden, ne de tanıştığım insanlardan pişmanım ama bunu anlatıyorum; çünkü öğretmenler, hayatımızda çok önemli bir role sahipler. Bunun altını ne kadar çizsek, azdır.
Lisede de kitap okumadım.
Liseyi bitirdiğim yaz, arkadaşım Yalçın bana “Büyücü” isminde bir kitap vermişti. Onu iade ettim mi bilmiyorum ama çok güzel bir kitaptı. Hikayesini hayal meyal hatırlıyorum. Film gibiydi. İsminden anlaşılacağı gibi, fantastikti.
Sonra üniversitede de kitap okumadım ama kitap okuma arzusu hep içimde oldu. Görünmez bir el sanki bana engel oluyordu da okumuyordum ama içimdeki ses bana hep, kitap oku, diyordu. Zaman içinde yılda ortalama bir civarında kitap okumuşumdur.
İşte şimdi geldik, en keyifli kısma. Son iki haftada, iki kitap bitirdim. Bunlardan ikincisi Puslu Kıtalar Atlası.
Başlıkta bahsettiğim “fantastik dünya” ile aklınıza şunların gelmesi uygun olur: “Yüzüklerin Efendisi” ya da “Harry Potter”. Bu ikisinin de kitabını okumadım ama filmlerini izledim. Film olarak “Avatar” da muhteşem bir dünyaydı, “Geleceğe Dönüş” serisi de öyle. Bunları izledikten sonra, neden bu tarzda daha çok film olmadığını düşünüp, hayıflandım. Hala da hayıflanıyorum bu konuyla ilgili. Bu tarz hikayeleri ne yazık ki hiç bir Türkçe kaynakta görmedim ama endişelenmeyin; zaten ben çok fazla Türkçe ya da yabancı kaynak görmüş biri değilim ama nedense sanki biz henüz yapamıyormuşuz gibi bir düşünce vardı içimde. Yapsaydık, bilirdim, diyordum herhalde. Bir gün eşim bana Mor ve Ötesi’nin solistinin baş ucu kitabının Puslu Kıtalar Atlası olduğunu söyledi. Laf arasında geçmişti ama aklıma kazınmış bir şekilde.
Bunun üzerinden çok zaman geçti. Özellikle eşimle Eskişehir’e taşındıktan sonra evde kendime bir rutin oluşturmaya çalıştım ama hep başarısız oldum. Home office çalıştığımdan üretkenlik ve disiplin benim için hayati önem taşıyor ama bir türlü sahip olamıyorum. Olamıyordum. Ta ki yaklaşık üç hafta önce bir makele sayesinde başka bir makaleye ulaşana kadar. Bunlar sihirli makaleler diyemem; çünkü bunların işe yaramasının sebebi, benim arayış içinde olmam yüksek ihtimalle. Eğer siz de böyle bir arayış içindeyseniz, sizin de işinize yarayabilir.
Sonuç olarak Leo gibi sabahları dört buçukta kalkmaya karar verdim ama altıda kalkabildim, ben de bozmadım. Zaten makalesinde de öyle bir ifade var, başta abanmayın, diyor. Sabahları altıda kalkıyorum şimdilik. Bu süre zarfında şöyle bir rutin izledim:
- Sabah 6’da kalk
- Su iç
- Kitap oku
- Duolingo ile İngilizce çalış
- 7dk’lık spor yap
- Duş al
- Çalışmaya başla
Her sabah yarım saat ve sesli okumama rağmen, iki haftada iki kitap bitirdim. Yılda ortalama bir kitaptan, bu seviyeye gelmek beni gerçekten çok ama çok sevindiriyor. Önce Milyon Dolarlık Sözler’i okudum. İş yaşamıyla ilgiliydi ama hemen her tespiti hayata uygulamak mümkündü. Belki onun detayına başka bir yazıda girebiliriz. Sonrasında ise daha önce aklıma kazınmış olan bu kitabı, çalışma odamdaki kullanmadığımız bir çalışma masasının kenarında duruyor gördüm ve elime alıp, okumaya başladım.
Okumayanların kesinlikle okumasını öneririm. Her sabah şevkle uyanıp, bir an önce kaldığım yerden devam ettim. Sabah erken kalkma eylemi temelde zor bir iş; çünkü genelde zorunlu olduğumuz ve çok da istemediğimiz bazı şeyleri yapmamız gereken yeni bir güne başlayacağızdır ve bir türlü yataktan kalkamayız ama araya kitap okumak gibi eğlenceli bir şeyi tampon olarak koyduğumuzda hem erken kalkıyoruz, hem de çalışma zamanından önce bizi güne hazırlayacak pek çok şeyi, erkenden yapmış oluyoruz.
İsimler çok aklımda kalmaz, zaten çok orjinal isimler var kitapta. Öte yandan isim verip, size kahramanı tanıtmak da istemem; çünkü kime baksak kahraman diye, bir öteki kahramanın hikayesi bizi karşılıyor ve olaylar bir şekilde bizi biraz önce kaldığımız yere getirip, ummadığımız başka şekillerde devam ediyor. Çok kitap okuyan biriyseniz, bu tarz başka kitaplar okumuş olabilirsiniz ama ben hala yeni sayılırım ve İhsan Oktay Anar’ın bu tarzı çok büyük bir ustalıkla kullandığını düşünüyorum. Bu nedenle de kendimi şanslı sayıyorum.
Kitaptaki dünya beni büyüledi. Her satırı, bir filmin sahneleri gibi gözümde canlandı. Beynimdeki sahneler o kadar güzeldi ki, bu kitabın filmini nasıl oldu da hala çekmediler, dedim kendime sıkça. Umarım bir gün, elbette hakkını vererek, filmini çekerler ve ben de ne kadar hakkını verseler de “Kitabı daha da güzel, mutlaka okuyun!” derim.
Benim aksime, çocukluğunu ve gençliğini pek çok kitabı okuyarak geçiren ve şu an içinde okunmak için beni bekleyen yüzlerce kitabı barındıran bir kütüphane oluşturan sevgili eşim Evrim‘e çok teşekkür ederim.
Her çocuğun güzel bir evi olmasını, evinde güzel kitaplar okuyan sevdikleri olmasını ve bu sayede kendisinin de güzel kitaplar okuyarak büyümesini diliyorum.